Yazının
başlığındaki bavulu 2006'da, Orhan Pamuk'un ödül törenindeki
sözleriyle (1) öğrenmiştik.
Nobel
ödülü almış bir yazarın konuşmasında babasından söz etmesi
anlaşılabilir.
Peki
ben niçin bu konuda yazma gereğini duydum?
Bilmiyorum.
Belki
ben de yaşamımla özlediklerim arasında sıkıştığım, kendimi
hep Orhan ve Gündüz Pamuk arasında bir yerde hissettiğim için.
"Babamın
bavulu" başlığını görünce heyecanlanmıştım. Bir
yazarla babası arasındaki ilişkinin özel yönlerini göreceğimi
sezmiş, bunun bir tür teşekkür olabileceğini düşünmüştüm.
Bu
yüzden konuşmanın içeriği beni şaşırttı. Yazarların adı
konmayan görevlerinden biri okurlarını şaşırtmak değil midir
zaten?
Nobel
kazanmış bir yazarın sevincinden, babasına verdiği değerden çok
bir tür hesaplaşma sezmek beni üzdü. Gözlerimin önünde günlük
yaşamın canlı akışında olup hep yazmanın güzelliğini özleyen
bir babayla yaşamını edebiyata verip karşılığını da aldığı
halde sıradan yaşamların kaygısız rahatlığına gıptayla bakan
oğlunun resmi canlandı.
Belki
düşüncelerimizin her noktasına sinen doğulu bakış açımız,
sorgulamadan büyüklerin söylediklerini kabullenme geleneğimiz
Pamuk'un babasının yazdıklarını beğenmesini, onun katkılarını
daha da fazla vurgulamasını, "İşte ben onun hep yapmak
isteyip de yapamadıklarını yaptım. Onun emeklerinin,
düşüncelerime süzülen ince sözlerinin, öğütlerinin,
desteğinin büyük katkısı oldu, benim başardıklarım onun
yazdıklarının devamıdır" demesini gerektiriyordu. Bunu
göremediğim
için konuşmayı yadırgıyordum.
Şimdi
Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi'nde (2) romanının karakteri Kemal'in
eşyalarını sergiliyordu. Proje için büyük emek ve para
harcanmıştı. Romancı için kitaptaki bir karakter yaşamın önüne
geçebilir miydi? Gerçek insanların geçmişine ışık tutmak
yerine hayali bir kişi için geçmiş oluşturmanın nasıl bir
anlamı olabilirdi? Yoksa romanda yaratılan gerçek yeterli güce
ulaştığında gerçeği gerçeğin kendisinden bile daha iyi mi
anlatırdı?
Masumiyet
Müzesi'nde Orhan Pamuk'un eşyalar üzerinden İstanbul'u ve kendi
hayatını anlatmaya devam ettiği söyleniyordu. Masumiyet Müzesi
yazarın müzesi olsa burada Orhan Pamuk'un babasının bavulu da
olur muydu?
Sorular
kafamda büyüdü.
İşte
bu yüzden bakışlarımı altı yıl öncesinin sayfalarına
çevirdim.
....
Bütünüyle
etkileyici ve anlamlı olan konuşma (1) hem yazarla babası
arasındaki ilişkiyle ilgili ipuçları veriyor, hem de artık
tarihe geçmiş olan bu bavulu ayrı bir konuma çıkarıyordu.
"Bu
bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey
taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona
dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün
esrarengiz ağırlığı yüzünden."
"Babamın
büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940’ların
sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valery’yi Türkçe’ye
çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir
hayatın zorluklarını yaşamak istememişti."
"Babamın
babası –dedem- zengin bir iş adamıydı, babam rahat bir çocukluk
ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek
istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu
anlıyordum."
"Beni
babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii
ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için
tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da
takınmıştı."
"Ama
edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile
istemiyordum."
"Çünkü
babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın
içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu
korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile
babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını
değil."
"Benim
için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi
yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı
deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir
odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu
sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne."
"Babamın
çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü
benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı
değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları,
cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl
yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri
benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi
önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının,
cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında
yazmış pek
çok
parlak yazar da vardı."
"Babamın
bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir
kütüphanesi vardı. Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki
kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek
tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur,
hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası,
hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı,
hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın
kitabı olduğunu
bilirdim."
"Bir
yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten
vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve
edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem
acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak
sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve
harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim
sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya
kaçmak için roman okuduğunu hissederdim.
"Yirmi
beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi
bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi
yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması
gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan
ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim
kadar ciddiye almadığı için kızıyordum."
"Kapayıp
kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel
duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme
(authenticity) endişesi."
"Ama
taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında
romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar, İstanbul;
hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap)
bütünüyle tanıyabilmiştim."
"Herkesin
bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir
yazarlık."
"Dostoyevski’nin
bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret
duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan
asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük
yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp,
onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu."
"Babamın
bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser
düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün
irademi kullanarak okudum."
"Babamın
bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki
yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş,
kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet
Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın
daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini
söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve
zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar
olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim
için önemliydi."
"...
babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve
abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla
kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine
söyleyiverdi."
Orhan
Pamuk da, babası Gündüz Pamuk da yazmıştı. Belki benzer
nedenlerle edebiyata ilgi duymuşlar, yaşadıkları döneme uygun
olanı yapmışlardı. Bugünün yazarları belki yalnız kalmaktan
korktukları için kendilerini yalnızlığa mahkum edip yazıyorlar.
İnternet çağı değişimi tamamlandığında belki yazmanın ve
yaşamanın tanımı yeniden yapılacak. Artık "bir odaya
kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu
sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan"lar
daha
farklı olacak. Ama yöntemler değişse bile neden yazıldığı
sorusunun yanıtları Orhan Pamuk'un konuşmasında söylediklerinden
çok farklı olmayacak.
"İçimden
geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş
yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar
yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok
kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak
çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek
gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler,
hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat
yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum.
Kağıdın,
kalemin,
mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman
sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir
alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan
korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım
için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese
neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum.
Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım
şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim
diye
yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum.
Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda
duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her
şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için
yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini
kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye
anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek
bir yer varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü
gidemiyormuşum
duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım
için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum."
....
Bu
yazıya başlarken amacım Orhan Pamuk ve babası arasında edebiyat
ekseninde oluşan ilişkiyle ilgili ipuçları bulmaktı. Aynı
dönemlerde yaşadığımız için duygu ve düşüncelerini
anlayabileceğimi sanıyordum. Bizim gençlik dönemimizde önceki
kuşakların gençlerden çağdaş batı dünyasını bilimde,
teknolojide ve sanatta yakalamaları beklentisi vardı. Ama insanın,
yaşamın ve dünyanın karmaşıklığı sorulara net yanıtlar
bulmayı hep engelliyor. Bu yüzden bazen gerçekte neler
yaşadığımızı, duygularımızı ve düşüncelerimizi ancak
romanlardan öğrenebiliyoruz.
Kafamda
"Babasına biraz haksızlık mı yaptı acaba? Yoksa babası
mıydı yazmayı küçümseyerek asıl haksızlığı yapan?"
gibi sorular vardı. Pamuk ne diyordu konuşmasında? Babasını
yüceltmek mi, yermek için mi değinmişti bavuldaki eski
defterlere? Cevdet Bey'le tartışılmaz bir roman derinliği
yakalayıp Yeni Hayat ve Beyaz Gemi ile farklı limanlara yol alan
yazar Masumiyet Müzesi'ni açıp romancılığını yaşama
taşıyarak ona katılmanın bir yolunu bulmayı mu amaçlamıştı?
Bulabildiğim,
yazmaya yaşamını veren bir yazarın ulaştığı derinlik ve bu
sürecin zorluklarıyla ilgili ipuçları oldu.
Orhan
Pamuk'la ilgili bazı eleştiriler var, bunlarda haklılık payı da
olabilir. Dili genelde kabul gören Türkçe ve edebiyat anlayışına
uymayabilir. Türkiye'den tek bir kişi edebiyat ödülü alacaksa
doğru adın kim olabileceği tartışılabilir. Seçim komitesi
sonuçta yine de dışardan bakmaktadır. Oysa çocukluğundan beri
yazarın ülkesinde yaşayıp onun ve başkalarının o dilde yazdığı
kitapları okuyanlar bazı açılardan daha ayrıntılı bir
değerlendirme yapabilirler.
Değinmek
istediğim nokta varsa dildeki bazı sorunlarının bile romancıya
gölge düşüremeyeceği, buna inanıyor olmam. Yakın bir gelecekte
yazma sürecinin bilgisayar desteğiyle (3) köklü bir değişime
girmesi beni hiç şaşırtmaz. İyi bir romanının dil
sorunlarından kurtulabileceği yapıt çevrilince açıkça
görülüyor. Bir çevirinin dili aslından iyiyse elbette bunda
çevirmenin payı büyüktür ama dünyayı algılama biçimi, her
biri bir imgeye ya da nesneye karşılık gelen sözcüklerin özenle
bulunması, tüm ayrıntıların kusursuz bir bütünlük için
özenle seçilip birleştirilmesi gibi birçok ayrıntı yazarın
başarısını ortaya koymaktadır. Bir anlamda roman dilden ve
sözcüklerden bile bağımsızdır, ortaya çıkan bütünlük bir
anlama ulaştıysa o artık canlıdır. Yazarın tüm duygu ve
düşüncelerinin somutlaşıp yaşadığı ayrı bir boyut olmuştur.
Bir
zamanlar keyifle izlediğim Uzay Yolu dizisinin bir bölümünde
Kaptan Kirk, Mr. Spock ve ekiplerini epey uğraştıran bir canlı
vardı.. Bedenlerini kontrol edip kendi istediklerini yapıyordu.
Önce bunu tam anlayamıyorlar, bazı sorularla karşıdakinin gerçek
kaptan mı, yoksa dışarıdan gelen canlı mı olduğunu anlamaya
çalışıyorlardı. Sonuç alamıyorlardı, çünkü o, kaptanı
kaptan yapan neyse onu ele geçirmişti. Davranışlarında ve
söylediklerinde en küçük bir açık vermiyor, kaptanı kendisi
yaşatmış oluyordu.
İşte
romanı da roman yapan neyse, teknik sorunları, dil yetersizliği
bunlardan çok sonra bir yerde düşünülmesi gereken özelliklerdir.
Yazılanlarda bu öz varsa çevrildiğinde ya da bir başka yazar
tarafından yeniden yazıldığında bu özellik kalırken önceki
sorunlar ortadan kalkar. Ama yapıt yine ilk yazanın olur. Çünkü
o romanı roman yapan neyse bunları o bulup bir araya getirmiştir.
....
Sanırım
Masumiyet Müzesi, kurgulanan gerçeğin yaşananların önüne
geçebileceğini gösteriyor. Romanlar yaşamdan beslenir ama yazarın
dünyasında yaratılan yeni kentlerde, gerçekte olmayan kişilerce
yaşanır. Çıkan sonuç şaşırtıcı olabilir. Bir roman içine
yayıldığı kesitte görünenin çok daha fazlasını verebilir.
Bir romanla bir kenti buluşturan Masumiyet Müzesi çok ilginç ve
anlamlı bir deney olmuştur.
Peki
müzede gerçek bir bavula yer bulunabilir mi?
Öte
yandan... Henüz Masumiyet Müzesi'ni gezmedim. Belki de bavul
müzenin özenle hazırlanmış bir yerinde duruyordur.
1.
Orhan Pamuk: Babamın bavulu, Nobel konuşması, 2006, © THE NOBEL
FOUNDATION 2006
2.
Masumiyet Müzesi, http://www.masumiyetmuzesi.org
3.
Mehmet Arat, Bilgisayar Destekli Edebiyat,
http://mehmetarat2000.blogspot.com/