9 Ocak 2016 Cumartesi

Edebiyat İçin Murphy Yasaları ve Struma


Murphy yasalarını bilenler sanırım çoktur. Bir mühendis olarak yaşamın getirebileceği sorunları bir cümleyle özetleyen genel kuralı epey önce duymuştum. Bir süre önce teknik alanlarda oldukça geçerli olan bu kuralın toplumsal konularda uygulanması üzerine bir denemem olmuştu. (1)
Burada yasanın temel önermesini "Bir iş yanlış gidebilecekse mutlaka öyle olur" gibi çevrilebilecek "If anything can go wrong, it will!" olarak aktarmıştım. İngilizce olarak da aktarmamın nedeni aynı gücü verecek bir çeviriye henüz rastlamamış olmam.

Konu kafamda dolaşmayı sürdürdü. Bu kez edebiyat için neler söylenebilir diye düşünmeye başladım. Kuşkusuz yaşamla en yakın alanlardan biri olan sanatta da bu genel kural ve sonuçları etkili olmalıydı. Birkaç başlık sıraladım.

"Yazar kendisi ve toplum için toplamda en az yararı olacak konuyu seçer."

"Yazarın yapıtlarının kendisine katkısı topluma katkısıyla ters orantılıdır."

"Yayınevinde değerlendirmeyi yapan editör bekleyen dosyalar arasından önce kendisini edebiyattan en fazla nefret ettirecek olanı alır. Sonraki yapıtların arasında bir başyapıt olsa bile bunu fark etmesi artık olanaksızdır."

"Edebiyata resmi veya özel herhangi bir kurum destek sağlayacaksa bu olanak en az gerek duyana veya amaca uygun kullanamayacak olana verilir."

"Bir yazarın başka bir yazarın kitaplarını beğenmesi için onun başarısız olduğuna inanması gerekir."

"Bir romanın inandırıcılığı yazarın gerçeklere bağlılığıyla ters orantılıdır."

"Bir kitapta yazarlar, okuyucular ve eleştirmenler aynı görüşteyse en az bir grup gerçek düşüncesini söylememiştir."

"Eleştiri çok geliştiyse edebiyat bir gerileme dönemine girmiştir."

"Eleştiri yoksa edebiyat da yoktur."

"Bir eleştirinin göreceği ilgi içtenliği ve yapıcılığıyla ters, saldırganlığıyla doğru orantılıdır."

"Bir romanla ilgili genel yargı, yazılan eleştiri yazılarından en saldırgan ve yanlış olanına göre oluşur."

"Yeni bir yazarın kitaplarının satma olasılığı tanınmışlığıyla doğru orantılıdır. Yazdıklarının niteliğiyle dikkate değer bir ilişkisi yoktur."

"Okuyucu kafasındaki doğruları onaylayacak yazarları arar ve bulur."

"Başlangıçta yazar kafasındaki doğruları özgürce yazmak ister, ama dürüstler satılabilecek gerçekleri, diğerleriyse ayrım yapmaksızın yalnızca piyasa değeri en yüksek olanları yazar."

Kuşkusuz sanatta kurallar teknik alandakilerden çok farklı. Yaşamı, insanın davranış, düşünce ve ilişkilerini belirli genel yasalarla açıklamak olanaksız. Yine de hiçbir gelişme rastlantılarla olmuyor. Bu tür önermeler yaşananların irdelenmesine ve farklı açılardan bakılmasına katkı sağlayabilir.

....

Zülfü Livaneli'nin Serenad (2) romanı benim için hoş bir sürpriz olmuştu. Tarihi gerçeklere dayanan edebiyat ustalıkla yapıldığında hem hoş bir tat bırakıyor, hem geçmiş ve gelecekle ilgili yeni yorumlar getirebiliyor, ufuklar açıyor. İstanbul Üniversitesi'ndeki halkla ilişkiler görevlisi Maya Duran'la ABD'den gelen Alman asıllı yaşlı profesör Maximilian Wagner arasındaki ilişkiyle gelişen roman bir aşk öyküsü çevresinde tarihe bakan bir pencere açmayı başarıyor. Yakın geçmişteki bazı olaylarla birlikte güncel konulara da değiniyor. Kişisel olarak roman genelinde biraz daha yalın bir kapsam görmek istememe karşın trajik biçimde denizin derinliklerine gömülen Struma'nın öyküsünün veriliş biçimini başarılı buldum.

Konuyla ilgili bir de belgesel roman yayımlandı. Halit Kakınç Struma'da (3) İstanbul açıklarında 72 gün boyunca ölüme terk edilen 769 Yahudi'nin dramına yer vermiş. Kitabın önsözünü yazan İshak Alaton akademisyen yazar dostu Halit Kakınç'ın Struma olayı hakkında karanlıkta kalmış birçok
bilgiyi içeren önemli bir eser yayımladığını belirterek "Ben, Struma cinayetini bire bir yaşadım. 1941 yılında, 15 Aralıkta Struma gemisi Sarayburnu açıklarına demir attı. Rıhtıma yanaşmasına izin verilmedi. Gece gündüz polis nezaretinde, 769 insan 72 gün boyunca deniz ortasında hapsedildi ve sonra katledildi" diyor. Yaşadıklarını "On beş yaşındaydım, gemiye çuvallarla ekmek taşıdım. Şişli Terakki 8. sınıf öğrencisiydim. Babam Haşim Alaton yardım komitesinin içinde yer aldı. Biraz rüşvet, biraz farklı fiyatla temin ediyorduk ve ekmek dolu çuvalları fırından mavnaya taşıyorduk. Sonra mavnaya binip kürek kuvvetiyle Sarayburnu açığında demirli Struma'ya gidiyorduk" sözleriyle anlatıyor. Olayın gerisinde ticari düşünceler, krom ihracatı karşılığında Nazilerden alınan büyük paralar olduğunu söylüyor.

....

Belgesel roman için de bir Murphy kuralı olabilir mi?

"Bir belgesel roman yazılıp yayınlanabiliyorsa artık konuyla ilgili yapılabilecek pek de bir iş kalmamıştır. O artık tarihsel bir romandır."

1. Mehmet Arat, Bir Cahilin Sosyoekonomik Notları: Sosyal Bilimler İçin Murphy Yasaları, http://paylasim.lalabey.com.tr/yazihane/yazarhane/817-
mehmet-arat-kaleminden-bir-cahilin-sosyoekonomik-notlari.html
2. Zülfü Livaneli, Serenad, Doğan Kitap, 2011.

3. Halit Kakınç, Struma, Destek Yayınları, 2012.

Van Gogh ve Fazıl'ın Perileri, Ebrudan Esinlenen Düşünceler


Van Gogh özel sergisini duymayıp izlememiş olanlar varsa biraz üzülebilir. Gerçekten eşsiz bir deneyim.

"Van Gogh Alive, bu üretken sanatçının 1880-1890 yılları arasındaki çalışmalarını ve hayat deneyimlerini keşfetme; bugün dünya çapında tanınan başyapıtlarının birçoğuna imza attığı yerler olan Arles, Saint Rémy ve Auvers-sur-Oise’da geçirdiği dönem zarfındaki düşüncelerini, duygularını ve ruh halini yorumlama fırsatı sunuyor.

Güçlü bir klasik müzikle senkronize olarak değişen, dev boyutlardaki 3.000’den fazla Van Gogh görüntüsü; ekranları, duvarları, kolonları, tavanı ve hatta yeri de dolduran heyecan verici bir gösteri yaratarak, ziyaretçilerini ünlü ressamın eşsiz tarzını oluşturan coşkulu renkler ve canlı detaylarla büyülüyor." (1)

Sergi 1853-1890 yılları arasında yaşayan ve kendi döneminde pek ilgi görmeyen Hollandalı ressamın fırtınalı hayatını gösterirken fonda klasik müzik kullanıyor. Van Gogh’un duygularını, sanatını ve ruh halini kesitlerle sunuyor.

Bir resmin içine girebilmek romanlara katılabilmekten zordur. Sözcüklerin sıralanmış olması başını ve sonunu ilk anda görmemizi, onları sırayla izlememizi sağlar. Oysa yeterince eğitimli olmayan göz resmi bir bütün olarak algılar ve hemen sıkılıp sonrakine geçer.

İşte Van Gogh sunumu ressamın yalnızca resimlerinin değil, yaşamının ve düşüncelerinin de içine girme şansı veriyor.

Kötü haber. Ankara'daki sergi 3 Ocak 2013'te bitti.

İyi haber. Bir gün, bir yerde bunu ya da başka ressamları konu alan benzerlerini görme şansınız olabilir. Teknolojinin insan için kullanılmasının en anlamlı örneklerinden birisi olmuş bu yöntem. Şaşırtıcı, eğlendirici, bilgilendirici, geliştiren ve mutlu eden bir deneyim sağlıyor.

Bir başka iyi haber. Van Gogh'un mektuplarına ulaşılabiliyor. (2) Birçok resmini ve bilgiyi çeşitli sitelerde bulmak da olanaklı. (3)

....

Van Gogh sergisi aynı zamanda toplumsal bir olay.

Yaşamlarda yeni bir etki yaratıyor. Resim sergilerine pek gitmeyen, belki de hiç bir zaman bir galeriye uğramamış insanlar da gelip izliyor.

Sergide perdeye yansıyan resimlerin önünde poz verip fotoğraf çektiren değişik kültür ve düşüncelerden insanlar, gençler, yaşlılar, türbanlılar, zenginler, yoksullar var.

Sanatçının en büyük sorumluluğu sevmek değil midir? Bir güzelliğe kendi penceresini genişleterek bakıp anlamaya çalışan değişik dünyaların insanlarına sıcak bir yakınlık duymamak elde mi?

Nazım'ın "kabahatin çoğu sende" derken taşıdığı sevecenliği anlamadan yalnızca bazı kesimlerin gelişmemiş olmasından söz etmek, onlara dışarıdan, hele yukarıdan bakmak büyük bir yanlış olmaz mı? Onlar kendi dünyalarının kahramanları değil midirler? Basit sözcüklerle karalanmayı hak etmek için ne yapmışlardır? Tarihsel ve toplumsal bir derinlikle, sanatçı bile değil yalnızca insan duyarlılığıyla bakmak gerekmez mi?

Sözünün anlaşılır olması konuşmacının mı dinleyicinin mi sorunudur?

....

Sanat ürününün gerçekliği en iyi ebrudan esinlenen düşüncelerle anlatılabilir.

Bir sanat yapıtının ortaya çıkmış olduğu ne zaman söylenebilir? Doğduğu, dünyaya geldiği, var olduğu an hangisidir?

Kuşkusuz sürecin başlangıcı çok öncelere uzanabilir. Annenin kişiliğinin oluşmasına, çevreyle ilişkilerine, günün birinde sanatçı olacak bebeği karnında taşıdığı dönemdeki duygu ve düşüncelerine, sonra çocuğun topluma katılıncaya kadar edindiği tüm bilgi, deney ve izlenimlerine gidilebilir.

Ama sanat yapıtının fiziksel olarak gerçekleşmesi onun başkalarıyla paylaşmaya hazır olduğu ilk andır gibi geliyor bana.

Romanın son düzeltisinin yapılması, resimde son fırça darbelerinin konması, heykelde son rötuşların, filmde kurgunun tamamlanması.

Bu ana dek her şey değişken, gelişmeye ve düzeltmeye açıktır. Düşünce renklerinin küçük fırça darbeleriyle sudaki boya üzerinde biçimlendirildiği ebru sanatında olduğu gibi. O görüntü, üzerine yerleştirilen kağıtta kalıcı olmadığı sürece tekrarlanması olanaksızdır. Her an uçup giderek yok olabilecek düşünceler gibidir.

Sanat ürünü kağıdın suya konduğu işte o son anda yaşamaya başlar.

Peki yeni dünyada bilgi denizine bırakılan ürünler? Örneğin Selim ile Sima öyküsü. (4) Onlar ne zaman doğar, ne kadar kalırlar? Ya da gerçekten doğup yaşarlar mı?


1. Van Gogh / Alive, http://www.cermodern.org/vangogh-tr.html
2. Leo Jansen, Hans Luijten ve Nienke Bakker, Vincent van Gogh The Letters, http://vangoghletters.org
3. http://www.vangoghgallery.com/

4. Mehmet Arat, Yılın Son Günü, http://blog.milliyet.com.tr/yilin-son-gunu/Blog/?BlogNo=394924

Esin Perisi


"Sonunda ilhamın sırrını çözdüm. Büyük bir buluş değiş belki, bilinenin bilmem kaçıncı kez tekrarı. Ama bunu anlamak, hissetmek beni mutlu etti."

Selim yazdıklarını bir kez daha okudu. Sonra ikinci paragrafa geçti.

"Esin perisi az yetenek, bol emektir. Yeterince sabır gösterirseniz günün birinde mutlaka sizi bulur. Yıllardır içinizde birikmiş olan acılar, sevinçler, umutlar, umutsuzluklar, düş kırıklıkları, bir zamanlar anlayamadığınız ne varsa hepsi gelip yerli yerine oturur. İçinizi bir huzur kaplar. Yaşamanın, görevinizi yapmış olmanın mutluluğuyla rahatlarsınız."

Kağıdı biraz uzakta tutup baktı. Gördükleri hoşuna gitmişti. Onu çağıran güzelliğin peşine takıldı.

....

Müzeler sanatların mezarlıklarıymış.

Ne kadar soğuk bir değerlendirme. Esin perisinin yarattığı güzellikler nasıl olur da bir gün ölümün ürkütücü sessizliğiyle buluşur?

Fransız şair Lamartine bu görüşü 1835 yılında "Doğu’ya Yolculuk" başlıklı yapıtında dile getirmiş.

Oysa müzelerin hep esin perilerini anımsatması gerekmez mi? İnsanın elinin değip kalıcılaştırdığı her üründe gizli bir güzelliğin izleri görülmüyor mu? Yaşamdan koparılıp duvarlar arasına hapsedilmiş gibi görünse de emeğin o görkemli izleri yeni mutluluklar yaratmayı sürdürmüyor mu?

Calliope. Epik şiirin ikna edici perisi.

Clio. Tarihsel kahramanlık şiirlerinin yenilmez perisi.

Erato. Coşkunun, şiirin, aşkın ve erotizmin yaşamı kucaklayan perisi.

Euterpe. Zevkin ve müziğin perisi.

Melpomene. Trajedi ve trajik şiir perisi.

....

Selim durdu.

Trajedinin de bir perisinin olması ne tuhaftı.

Ama işte yaşamın ayrılmaz bir parçasıydı çekilen tüm acılar gibi ölüm de. Bu dayanılmaz sona bir anlam katabilmek için ne yapılırsa yapılsın er geç onunla buluşuluyordu. Tüm yaşamlar uzun yollardan geçip birer trajedide bitiyordu.

Yazmayı sürdürdü.

....

Polyhymnia. Ağıt ve dans perisi.

Terpsichore. Lirik dans perisi.

Thalia. Komedi ve pastoral şiir perisi.

Urania. Astronomi ve astroloji perisi.

....

Dokuz peri. Mnemesyone ile Zeus’un kızları.

Perilerin anneleri bellekmiş. Tüm güzelliklerin ve bilginin kalıcılaştığı yer.

Müzlerin, esin perilerinin erdemiyle biçimlenen sanat müzelerde ölümsüzleşiyor.

....

Selim'in yaşamına yıllardır bir güzellik girmemişti. Zor bir dönemin ardından sanatın tarihsel gelişiminde bir anlam arıyordu. Esin perileri onu kolay bulmuyordu. Yorgunluğu, umutsuzluğu, geçmişin ağırlığını üzerinden atamaması sorunlarını iyice artırıyordu.

Picasso'nun yaşamını ve sanatını değiştiren esin perisinin portresinin satışa çıkmasıyla ilgili haber bu yüzden hemen dikkatini çekti. La Lecture. Picasso’nun gizli aşkı Marie-Therese Walter.

Bu doğru olabilir miydi? Bir kişi bir yaşamı tümüyle değiştirebilir miydi? Bir kadın olmasa bir adam da yok olabilir miydi?

Yaşamın ne kadar acımasız olabildiğini düşündü. Uçurumun yanına defalarca çok yaklaşmıştı. Bazıları için öyle bir andaki küçük tökezleme tüm umutların sonu olabiliyordu.

İçinde kopup birikmiş öyle çok parça vardı ki onlarla ne yapacağını bilemiyordu. Onu ayakta tutabilecek tek güzellik sözcüklerdi. Ama onları da bir türlü istediği gibi bir araya getiremiyor, karmaşık ve umutsuz bir yığının altında eziliyordu.

"Sevgili esin perim" diye mırıldandı. "Neredesin?"


Dalgalarda Gezinen Bir Vatan Haini


Dalgalarda gezinmek...

Aslında "İnternet'te sörf yapmak" deniyor ama dalgalarda gezinmek sözü daha doğru geliyor bana.

Denizde kendini suya bırakıp nereye, ne zaman gideceğini düşünmeden yalnızca suyun serinliğini hissetmek, yosun kokusunu, göğün maviliğini, batmakta olan güneşin solan ışıklarını yaşamak, doğanın avutan beşiğindeymiş gibi aşağı yukarı usulca sallanmak...

Bilgisayar ekranına bakarken amaçsızca oradan oraya atlamak, bulduklarının şaşkınlığını üzerinden atamadan bir başka yöne dönüvermek...

Ekrandaki yolculuk bir açıdan denizdeki gezintiye benzemiyor mu?

Ama o hızlı tempoyu, her an eklenen milyarlarca yeni bilgi parçasını, iletişimin çarpıcı ışıklarını düşününce de aşırı bir telaş yok mu İnternet gezginlerinin yaşamında? Belki bu yüzden ekran başından kalkıp kendimi gerçek dalgalara bırakmak istediğim zamanlar epey fazla. Yine de dünyanın herhangi bir yerinden olağanüstü bir insanla beklenmedik bir anda karşılaşıvermenin, onca farklılığa karşın hiç akla gelmeyecek düşünce ve duyguları paylaşmanın gerçekten ayrı bir
güzelliği var.

....

Büyük şair vatan hainliğine devam ediyormuş hâlâ...

Doğrudur, mutlaka şiirleriyle bir ışık olup ekrandan ekrana uçarak sürdürüyordur vatan hainliğini.

Evet, Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ...

Vatan çocukların üzerine bomba yağdırmaksa, ağzını açan herkese biber gazı sıkmaksa vatan, vatan onurlu bir yaşam sağlayamadığınız insanlara sadaka dağıtmaksa, vatan özgürce konuşmayı ve yazmayı en büyük suç saymaksa, vatan dünyanın en uzak köşesindeki yoksulların acılarını bile yüreğinde hisseden ozana inat kendi insanını açlıktan ölmeye terk etmeyi düşünebilmekse...

Kuşkusuz yıllarını geçirdiği hapishanenin parmaklıklarından ve sürgün yıllarının soğuk uzaklığından günümüze bakan Nazım Hikmet haykıracaktır isyan eden sesiyle ve 21. yüzyılın iletişim gücüyle:

"vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." (1)

....

Nazım Hikmet'in apayrı bir değeri, yeri vardır benim için.

Yaşadıklarının, görüşlerinin, hatta şiirlerinin bile ötesinde, tüm yazdıklarına işlemiş aşk, insan sevgisi, yaşama sevinci ve gelecek umududur beni etkileyen.

Benim için hep en yurtsever insanlardan birisi olmuştur. Onun Anadolu'daki çınar ağaçlarından Afrika'nın yoksul çöllerine, Hindistan'ın acılarından uzayın derinliklerine uzanan vatanını görebilmek insana, yaşama, doğaya, geleceğe güven duymanın en anlamlı yollarından biridir.

Bu yüzden İnternet'te dolaşırken gözüme çarpan ve buraya ayrıntılarını aktarmaya utandığım "Nazım Hikmet vatan haini miydi?" tartışmasının gerçekliğine inanmakta güçlük çektim.

Ne yazık ki yaşamlar ve düşünme biçimleri teknolojiler kadar hızlı gelişmiyor. Paylaşım ortamları, bilgiye ve düşüncelere kolay erişilebilmesi elbette çok güzel ama yeterli olmuyor. Ekonomik ve kültürel açıdan yoksul bırakılan insanlar güncel olanaklardan ve bunun sağladığı derinlikten yararlanamıyorlar, güzeli ve doğruyu getirmesi beklenen iletişim mucizesi kötülüğü ve yanlışı yaymanın da aracı olabiliyor.

Bunun sorumlusu elbette yeterli gelişme olanağı olmadan elinde bulduklarıyla kendi doğrusunu arayan sıradan insanlar değil. Belirli çıkarlar için onları istediği gibi biçimlendirip yönlendirmeye çalışan diğerleri, önemli olduğunu ve hep güçlü kalacağını sananlar.

Nazım'ın büyük bir sevgiyle "Akrep gibisin" diye seslendiği milyonların yaşam koşulları çok değişti. Ama galiba "hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!" siteminin geçerliliği sürüyor.

....

Şiir ayrı bir dünyadır. Sözle anlatmak kolay değildir.

"Delikanlım!.
Senin kafanın içi
yıldızlı karanlıklar
kadar
güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.
Yıldızlar ve senin kafan
kâinatın en mükemmel şeyidir."

"Sen artık
bu kitapta:
noktaları
virgülleri
satırları taşımıyorsun.
Sen artık
bu kitapta
koşmuyor
bağırmıyor
alnını kaşımıyorsun.
Sen artık
bu kitapta
yaşamıyorsun."

"Çan
çalmıyoruz.
Çan
çalmıyoruz.
Yok
salâ
veren!
Giden
o
biten
bir
şarkı değildir…"

"ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini" (1)

diyen Nazım Hikmet'in şiirlerini okuyanların kendi yaşamları ve gelecekleri için ipuçları bulacaklarına, büyük ozanın memleketinden insan manzaralarıyla karşılaştıklarında insanı ve dünyayı başka bir coşku ve umutla seveceklerine kuşkum yok.

Kendisi olmasa bile şiirleri ışık saçmaya devam ediyor hâlâ...




1. http://www.nazimhikmet.gen.tr

Yaşar Kemal: Bir Anadolu Efsanesi


Hiç tanımasam, bazılarının fotoğraflarını bile görmemiş olsam da, dost diyebileceğim, değer verdiğim kişiler var. İnternet'le açılan bu kapıdan geçip bu ortamı güzellikleri paylaşmak, daha iyiye ulaşmak için kullanmaya, bazen umutsuzca, çabalayan milyonlarca insandan birkaçı.

Şimdi sözünü etmek istediğim onlar değil. Evlerde televizyon yokken, radyo yayınları bile belirli saatlerde yapılırken, sayfaların arasında tanıştığım, yine çoğunun görüntüsünü bile bilmediğim dostlardan birini, Yaşar Kemal'i anlatmak istiyorum.

Hiç karşılaşmadığınız, yalnızca kitaplarının ve hakkında yazılanların bazılarını okuduğunuz birini anlatmak doğru mudur? Bir yazarsa, hele Yaşar Kemal'se evet. Çünkü bir yazar kendi büyülü dünyasından okurun yüreğine bir pencere açmak için yazar. Kitabı okurun eline geçtiğinde artık köprünün diğer yanındaki bu kişi onun tüm yansıttıklarının sahibidir. İster doğru, ister yanlış yorumlasın, kitapların bıraktığı izler ona yazarın gözüyle yeni bir bakış kazandırır, arada kurulan bağ kendisini, yazarı ve evreni yeni bir yorumla görmesini sağlar. Okur yazarı da, kitabı da amaçlanandan çok farklı yorumlamış olabilir. Ama bu yine de onun gerçeği olur.

....

Yaşar Kemal'le İnce Memed romanıyla tanışmış olmasam yine de bir efsane olur muydu benim için? Yazının, insanın ve umudun soylu gücü, yaşamın özünü süzerek büyülü sözcüklerle akıtan bir bilgenin öyküsü?

Onun kitaplarıyla çocukluğumda tanışmasam yine okumayı ve yazmayı bu denli sevecek miydim? Üstelik karşılıksız bir aşk, kara sevda gibi sözcüklerle oynayıp duracak mıydım?

Okuduklarımın güzelliğine yazarak ulaşmanın hiç de kolay olmadığını, bazen dağların bile daha kolay delindiğini anlayabilecek miydim?

Yazdıklarım hiçbir zaman okuduklarımdan güzel olmayacak, biliyorum. Çünkü onları tüm dünya ve bir tarih yazıyor. Ben yalnızım.

Buna karşın niçin yazıyorum?

Bilmiyorum.

Belki gittikçe hızlanan yaşamda hiç değilse birkaç sözcükle kurduğum dünyalar bir kenarda kalıp beklesin diye, belki yazan herkesin sözünü ettiği ya da etmediği binlerce nedenden bazıları, belki hepsi yüzünden. Galiba düşüncelerimi durduramadığım, onlara yetişemediğim için uçup gitmesinler diye yazmadan duramıyorum. "Düşünüyorum, öyleyse varım" değil ama "Yazamıyorsam düşüncelerim de yok. Uçup gidiyor, bir yerlerde yitip yok oluyorlar."

....

Yaşar Kemal "Bir Ada Hikayesi" dizisini tamamlamış. "Çıplak Deniz Çıplak Ada" kitapçılarda yerini almış.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş. tarafından hazırlanan İnternet sitesinde (1) konukları bu kitabın duyurusu ve Yaşar Kemal'in Anadolu'nun binlerce yıllık kültüründen beslenerek yazdığı büyük ve modern romanlarla dünyanın dört bir yanında tanındığı, yazdıklarının doğu ile batı arasında köklü bir kültürün ve verimli bir coğrafyanın yarattığı gür bir ses olarak kabul edildiği notu karşılıyor. Biyografisinde 1943’te bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar’ı yayımladığı, 1950’de Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandığı, Kozan cezaevinde yattı. 1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gittiği, ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’ı 1952’de, kırktan fazla dile çevrilen romanı İnce Memed’i 1955’te yayımladığı, şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olduğu belirtiliyor.

Sitedeki yazılar arasında Fethi Naci'nin 1993'te onunla yaptığı bir söyleşi (2) de var. İki küçük alıntı aktarmak istiyorum.

"Hepimiz de biliyoruz ki, bir yazarın ünü gündelik üne, gazete ününe, yani medyaya bağlı değildir. Medya ne yapar, yapsa yapsa kitabı biraz daha çok sattırır. İstediği kadar ünlendirir de. Yazar da şişinir. Şişinmesin de ne yapsın, o ün dedikleri çok tatlıdır. Tatlı olduğundan daha çok da beladır. İnsanlar bu belaya seve seve can atarlar. Bir süre gelir ki iş işten geçmiş olur. Yazar yetenekli bir yazarsa, o baş belası ünün yeteneğini nasıl yediğini görür."

"Bizim işimiz dünyayı, insan gönlünü zenginleştirmek değil mi en azından? Çanağında balın olsun, arısı Bağdattan gelir. Bu söze çok güvenmek gerek. Sen eserini olgunlaştır, gönlünce yap, arısı Bağdattan gelir. Bundan kuşku duymamak gerek. Üç bin beş yüz yıllık Homeros’un arısı yüzyılların ötesinden gelip onu arayıp bulmuyor mu? Ün için çalışsan çabalasan, ünlü olsan eline ne geçer ki, çanağında balın olmayınca ne fayda ki..."

....

Yaşar Kemal bir Anadolu efsanesidir. Yalnızca İnce Memed değildir bunu yaratan, öyküleri, romanları, röportajları, yazıları, düşünceleri, duyarlılığı, dik duruşu, doğaya ve insana duyduğu büyük sevgi değildir bunu yaratan. Dağlardan süzülen kar sularıyla Anadolu'nun yoksul insanlarının göz yaşlarını aynı güçle anladığı, ikisini sevdiği kadar geleceği sevdiği, dik durduğu için bir efsanedir.

İnce Memed. Dağlardan ve genç bir adamın yüreğinden gelen şarkı. Güzel söylenmiş ağıt, hiçbir zaman unutulmamak üzere.

Üç Anadolu Efsanesi için Abidin Dino, Milliyet Sanat'ta "Kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kardır kuralınca, öne ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova'nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini , tekerlemelerini, küfürlerini avlıyordu. Folklor derlemesi filan değildi bu iş hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova'nın, sorumluydu kurda kuşa karşı, şaka değil" demiş. (3)

Yaşar Kemal. Bir Anadolu efsanesi. Anadolu'nun zengin tarihi, acıları ve umutları kadar gerçek.


1. http://www.yasarkemal.net/

2. Yaşar Kemal'le Edebiyat ve Politika, Fethi Naci, Aydınlık, 1-2 Mayıs 1993, http://www.yasarkemal.net/


3. Bibliyografya, http://www.yasarkemal.net

Masumiyet Müzesi'nde Olmayan Bir Bavul



Yazının başlığındaki bavulu 2006'da, Orhan Pamuk'un ödül törenindeki sözleriyle (1) öğrenmiştik.

Nobel ödülü almış bir yazarın konuşmasında babasından söz etmesi anlaşılabilir.

Peki ben niçin bu konuda yazma gereğini duydum?

Bilmiyorum.

Belki ben de yaşamımla özlediklerim arasında sıkıştığım, kendimi hep Orhan ve Gündüz Pamuk arasında bir yerde hissettiğim için.

"Babamın bavulu" başlığını görünce heyecanlanmıştım. Bir yazarla babası arasındaki ilişkinin özel yönlerini göreceğimi sezmiş, bunun bir tür teşekkür olabileceğini düşünmüştüm.

Bu yüzden konuşmanın içeriği beni şaşırttı. Yazarların adı konmayan görevlerinden biri okurlarını şaşırtmak değil midir zaten?

Nobel kazanmış bir yazarın sevincinden, babasına verdiği değerden çok bir tür hesaplaşma sezmek beni üzdü. Gözlerimin önünde günlük yaşamın canlı akışında olup hep yazmanın güzelliğini özleyen bir babayla yaşamını edebiyata verip karşılığını da aldığı halde sıradan yaşamların kaygısız rahatlığına gıptayla bakan oğlunun resmi canlandı.

Belki düşüncelerimizin her noktasına sinen doğulu bakış açımız, sorgulamadan büyüklerin söylediklerini kabullenme geleneğimiz Pamuk'un babasının yazdıklarını beğenmesini, onun katkılarını daha da fazla vurgulamasını, "İşte ben onun hep yapmak isteyip de yapamadıklarını yaptım. Onun emeklerinin, düşüncelerime süzülen ince sözlerinin, öğütlerinin, desteğinin büyük katkısı oldu, benim başardıklarım onun yazdıklarının devamıdır" demesini gerektiriyordu. Bunu
göremediğim için konuşmayı yadırgıyordum.

Şimdi Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi'nde (2) romanının karakteri Kemal'in eşyalarını sergiliyordu. Proje için büyük emek ve para harcanmıştı. Romancı için kitaptaki bir karakter yaşamın önüne geçebilir miydi? Gerçek insanların geçmişine ışık tutmak yerine hayali bir kişi için geçmiş oluşturmanın nasıl bir anlamı olabilirdi? Yoksa romanda yaratılan gerçek yeterli güce ulaştığında gerçeği gerçeğin kendisinden bile daha iyi mi anlatırdı?

Masumiyet Müzesi'nde Orhan Pamuk'un eşyalar üzerinden İstanbul'u ve kendi hayatını anlatmaya devam ettiği söyleniyordu. Masumiyet Müzesi yazarın müzesi olsa burada Orhan Pamuk'un babasının bavulu da olur muydu?

Sorular kafamda büyüdü.

İşte bu yüzden bakışlarımı altı yıl öncesinin sayfalarına çevirdim.

....

Bütünüyle etkileyici ve anlamlı olan konuşma (1) hem yazarla babası arasındaki ilişkiyle ilgili ipuçları veriyor, hem de artık tarihe geçmiş olan bu bavulu ayrı bir konuma çıkarıyordu.

"Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden."

"Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valery’yi Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti."

"Babamın babası –dedem- zengin bir iş adamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum."

"Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı."

"Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile istemiyordum."

"Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil."

"Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne."

"Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek
çok parlak yazar da vardı."

"Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı olduğunu
bilirdim."

"Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim.

"Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum."

"Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme (authenticity) endişesi."

"Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle tanıyabilmiştim."

"Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık."

"Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu."

"Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum."

"Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için önemliydi."

"... babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi."

Orhan Pamuk da, babası Gündüz Pamuk da yazmıştı. Belki benzer nedenlerle edebiyata ilgi duymuşlar, yaşadıkları döneme uygun olanı yapmışlardı. Bugünün yazarları belki yalnız kalmaktan korktukları için kendilerini yalnızlığa mahkum edip yazıyorlar. İnternet çağı değişimi tamamlandığında belki yazmanın ve yaşamanın tanımı yeniden yapılacak. Artık "bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan"lar
daha farklı olacak. Ama yöntemler değişse bile neden yazıldığı sorusunun yanıtları Orhan Pamuk'un konuşmasında söylediklerinden çok farklı olmayacak.

"İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın,
kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim
diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü
gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum."

....

Bu yazıya başlarken amacım Orhan Pamuk ve babası arasında edebiyat ekseninde oluşan ilişkiyle ilgili ipuçları bulmaktı. Aynı dönemlerde yaşadığımız için duygu ve düşüncelerini anlayabileceğimi sanıyordum. Bizim gençlik dönemimizde önceki kuşakların gençlerden çağdaş batı dünyasını bilimde, teknolojide ve sanatta yakalamaları beklentisi vardı. Ama insanın, yaşamın ve dünyanın karmaşıklığı sorulara net yanıtlar bulmayı hep engelliyor. Bu yüzden bazen gerçekte neler yaşadığımızı, duygularımızı ve düşüncelerimizi ancak romanlardan öğrenebiliyoruz.

Kafamda "Babasına biraz haksızlık mı yaptı acaba? Yoksa babası mıydı yazmayı küçümseyerek asıl haksızlığı yapan?" gibi sorular vardı. Pamuk ne diyordu konuşmasında? Babasını yüceltmek mi, yermek için mi değinmişti bavuldaki eski defterlere? Cevdet Bey'le tartışılmaz bir roman derinliği yakalayıp Yeni Hayat ve Beyaz Gemi ile farklı limanlara yol alan yazar Masumiyet Müzesi'ni açıp romancılığını yaşama taşıyarak ona katılmanın bir yolunu bulmayı mu amaçlamıştı?

Bulabildiğim, yazmaya yaşamını veren bir yazarın ulaştığı derinlik ve bu sürecin zorluklarıyla ilgili ipuçları oldu.

Orhan Pamuk'la ilgili bazı eleştiriler var, bunlarda haklılık payı da olabilir. Dili genelde kabul gören Türkçe ve edebiyat anlayışına uymayabilir. Türkiye'den tek bir kişi edebiyat ödülü alacaksa doğru adın kim olabileceği tartışılabilir. Seçim komitesi sonuçta yine de dışardan bakmaktadır. Oysa çocukluğundan beri yazarın ülkesinde yaşayıp onun ve başkalarının o dilde yazdığı kitapları okuyanlar bazı açılardan daha ayrıntılı bir değerlendirme yapabilirler.

Değinmek istediğim nokta varsa dildeki bazı sorunlarının bile romancıya gölge düşüremeyeceği, buna inanıyor olmam. Yakın bir gelecekte yazma sürecinin bilgisayar desteğiyle (3) köklü bir değişime girmesi beni hiç şaşırtmaz. İyi bir romanının dil sorunlarından kurtulabileceği yapıt çevrilince açıkça görülüyor. Bir çevirinin dili aslından iyiyse elbette bunda çevirmenin payı büyüktür ama dünyayı algılama biçimi, her biri bir imgeye ya da nesneye karşılık gelen sözcüklerin özenle bulunması, tüm ayrıntıların kusursuz bir bütünlük için özenle seçilip birleştirilmesi gibi birçok ayrıntı yazarın başarısını ortaya koymaktadır. Bir anlamda roman dilden ve sözcüklerden bile bağımsızdır, ortaya çıkan bütünlük bir anlama ulaştıysa o artık canlıdır. Yazarın tüm duygu ve düşüncelerinin somutlaşıp yaşadığı ayrı bir boyut olmuştur.

Bir zamanlar keyifle izlediğim Uzay Yolu dizisinin bir bölümünde Kaptan Kirk, Mr. Spock ve ekiplerini epey uğraştıran bir canlı vardı.. Bedenlerini kontrol edip kendi istediklerini yapıyordu. Önce bunu tam anlayamıyorlar, bazı sorularla karşıdakinin gerçek kaptan mı, yoksa dışarıdan gelen canlı mı olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Sonuç alamıyorlardı, çünkü o, kaptanı kaptan yapan neyse onu ele geçirmişti. Davranışlarında ve söylediklerinde en küçük bir açık vermiyor, kaptanı kendisi yaşatmış oluyordu.

İşte romanı da roman yapan neyse, teknik sorunları, dil yetersizliği bunlardan çok sonra bir yerde düşünülmesi gereken özelliklerdir. Yazılanlarda bu öz varsa çevrildiğinde ya da bir başka yazar tarafından yeniden yazıldığında bu özellik kalırken önceki sorunlar ortadan kalkar. Ama yapıt yine ilk yazanın olur. Çünkü o romanı roman yapan neyse bunları o bulup bir araya getirmiştir.

....

Sanırım Masumiyet Müzesi, kurgulanan gerçeğin yaşananların önüne geçebileceğini gösteriyor. Romanlar yaşamdan beslenir ama yazarın dünyasında yaratılan yeni kentlerde, gerçekte olmayan kişilerce yaşanır. Çıkan sonuç şaşırtıcı olabilir. Bir roman içine yayıldığı kesitte görünenin çok daha fazlasını verebilir. Bir romanla bir kenti buluşturan Masumiyet Müzesi çok ilginç ve anlamlı bir deney olmuştur.

Peki müzede gerçek bir bavula yer bulunabilir mi?

Öte yandan... Henüz Masumiyet Müzesi'ni gezmedim. Belki de bavul müzenin özenle hazırlanmış bir yerinde duruyordur.


1. Orhan Pamuk: Babamın bavulu, Nobel konuşması, 2006, © THE NOBEL FOUNDATION 2006
2. Masumiyet Müzesi, http://www.masumiyetmuzesi.org

3. Mehmet Arat, Bilgisayar Destekli Edebiyat, http://mehmetarat2000.blogspot.com/